Sıtkı Hocam
Hayatımda çok zorluk, sıkıntı çekmedim.
En sıkıntılı zaman dilimim askerlikti.
Yaş 24, ben 300 kişilik koğuştayım.
Jetonlu telefonlar,
3-4 güne bir yazılan mektuplar,
Sitemler,
Sonunda razı ettim,
Nişanlım askerde beni görmeye gelecek.
Mucizevi bir an. Kısa dönemsin çarşı izni yok. Nizamiye denilen bir yerde, piknik masalarının üstünde, herkesin ortasında sadece 4 saat birlikteyiz.
Olsun
Ona da razıyım
Günlerce hazırlanırsın, gelince neler anlatacağını düşünürsün. O gelene kadar saçların uzasın, ona iyi gözükeyim diye dua edersin. Önce şu, sonra bu, diyerek kendi kafanda bir sıralama yaparsın. Çaresiz, beklersin.
Artık yastığında ya da düşünde değil, karşındadır. Sana doğru gelişi, gülen gözleri, o kadar kalabalığın içinde sarılmaya cesaret edemezsin. Ama her iki yanağından öpersin. Kokusu; aynı koku.
Kuytuda, herkesten uzakta bir masa bulmaya çalışırsın. Onunla baş başa kalacağın 3-4 saat. Sen onu hissetmeye çalışırken, belki de kadınsı bir içgüdü ile o sana bir sürü anlamsız soru sorar. Yemekler iyi mi, yattığınız yer rahat mı, sabah çok mu erken kalkıyor sunuz? Bu senin istediğin planladığın bir sohbet ortamı değildir. Aslında onun istediği de bu değildir. Bir an susulur. Ellerini avucunun içine alırsın. Parmaklarını iyice büker, o küçücük, o körpe kız ellerini avucunun içinde saklarsın.
O an zaman durur.
Hiç bitmesin istersin.
Küçücük eli
Sıcaktır.
Titrersin.
Sonra gözlerine bakarsın. O da anlar, susar. Dakikalarca, saatlerce böyle kalabilirsin. O anda iki gündür ağrıyan dişini bile hissetmezsin, ne toprak sana kokar ne de güneş seni ısıtır. Ellerinin sıcaklığı, teninin kokusu, gözlerinin buğusu ve sessizlik. Hiç bitmesin.
O gözlere bakarken, isterse gerçek dünya dönedursun kendi başına, senin için durmuştur zaman bir kere. Kolay kolay da bırakamazsınız ki, o sana baktıkça içi gülen gözlerle. Milyarlarca insanın yaşadığı bu dünya o anda sana iki kişilikmiş gibi gelir. O anda tek sıkıntı, akıp giden zaman.
O saatler ne kadar konuşmadan geçerse, o kadar çok yaşarsın. O elleri ne kadar çok tutarsan anlarsın ki, o hala senindir. O gözler senden uzun süre kaçmazsa, bilirsin ki o da özlemiştir. Sevinç kaplar içini, bir ürperti.
Oysa bu an için günlerdir, hazırlık yapmışsındır. Hepsi bir anda yitip gider. Sadece aklına bir kelime gelir “nasılsın”. Aslında o sorunun cevabı sence malumdur, ama sorarsın.
Şairin dediği gibi;
Seni,
Senden sormalara doyamam
Gitme, dayanamam
Şair dediğin iki kelime ile dünyaları anlatacak. Onu, ondan sormak anca bu kadar anlatılabilir. O askerlik döneminde insanın en çok istediği, en çok özlediği şey budur. Onu, ondan sormak. Kısacası ona “nasılsın” diyebilmek. İnsanın ciğerinden kopar, her şeyi anlatabilen muhteşem bir kelimeymiş gibi gelir.
4 saat o piknik masasında oturursun, elleri, ellerinde, kokusunu alabilecek bir mesafede, gözlerine bakarken yapabildiğin tek konuşma budur; “nasılsın”.
Uzaktaki kente tekrar dönersin, kıpkızıl bir gün batımı, ılık bir kış rüzgarı, araya mesafeler girer. Tuttuğun elin sıcaklığından, karlı tepelerdeki kara gözlere dönüş. Zordur. Çok zordur. Ziyaret saati biter.
Gitme dayanamam.
Sıcaklık kaybolur, acı hissedersin, ne yapacağını şaşırırsın. Ne diyeceğini, elini nereye koyacağını bilemezsin.
Gitme dayanamam.
Üzüntü, yorgunluk, hissizlik, yitirme duygusu. Koskocaman bir boşluk, yapılan tüm planların, hayallerinin yerle bir olması, terk edilme duygusu.
Gitme dayanamam.
Daralma, sessiz durma, düşünme, iyi tarafından bakmaya çalışma, ama iyi bir taraf bulamama, ağır, derin, kaybolmuşluk duygusu.
Gitme dayanamam.
Senden ayrılıp giderken, o uzun ağaçlıklı yolda yavaş yavaş kaybolur. Senden uzaklaşırken cüssesi küçülür, giderek bir silüet olur. Gün batımı o uzun kavaklı yolda sık sık arkasına bakar, o da kahrolur.
Nal sesleri söner perde perde,
Sevdiğin kaybolur güneşin battığı yerde!
Nadir AVŞAROĞLU
Eylül – 2015