23Ara2024

Paylaş

İLK MADEN MÜHENDİSİ İBRAHİM EDHEM PAŞA

SUNUŞ

Edhem Paşa ya da bilinen adı ile İbrahim Edhem Paşa, 19. yüzyılda sanayileşmeye ve modernleşmeye çalışan Osmanlı’da kendisine yer bulmuş önemli bir elittir. Rum kökeni ile 1822 Sakız Katliamı’nda yetim kalmış, II. Mahmut döneminin güçlü simalarından Koca Hüsrev Paşa tarafından köle olarak satın alınmış, kendisi gibi köle olan onlarca çocuk arasından zekâsı ve hırsı ile sıyrılmış, yurtdışında eğitim alan ilk kuşak olarak ülkemizin ilk maden mühendisi olan önemli bir şahsiyettir.

Hamisi Koca Hüsrev Paşa’nın gayretleri ve maden mühendisi sıfatıyla orduda çeşitli rütbelerde görev almış, Sarıyer, Gümüşhacıköy, Keban ve Ergani gibi çeşitli yerlerde maden mühendisliği yapmıştır. Şehzade olan Abdülmecid’e Fransızca dersleri vermiş, sarayda bulunması nedeniyle ferikliğe (korgeneral) kadar yükselmiş ve vezir payesi ile dönemin ricali arasında yer almıştır. Yaşamı boyunda Dışişleri, Bayındırlık, Ticaret ve Eğitim bakanlığı yapmış, Tırhala ve Yanya (her ikisi de Yunanistan’da)valilikleri yapmış, Viyana ve Berlin’de büyükelçilik yapmış ve II. Abdülhamit’ın saltanatının ilk yıllarında ve “Rus Harbi”nin yaşandığı talihsiz bir dönemde devletin en yüksek mertebesi olan sadarete (başbakan) kadar yükselmiş biridir.   

Değişken, takıntılı ve bazen hiddetli karekteri nedeniyle ve Rum kökenli olmasına gönderme yapılarak “Deli Corci” lakabı ile anılan İbrahim Edhem Paşa, idari ve siyasi başarılarından daha çok bir teknik eleman (maden mühendisi) olmasından kaynaklı yaptığı çalışmalar ile akıllarda daha çok yer almaktadır. İlk üniversitenin (dar-ül fünun) açılması, ilk gözlemevi (Kandilli Rasathanesi’nin ilk şekli) açılması, ilk devlet basımevinin (Matbaa-i Amire) modern hale getirilmesi, Darüşşafaka Lisesi’nin açılması, yurdumuzdaki ilk ölçüm sistemlerinin yasal hale getirilmesi ve madencilik ve jeolojiyi konu alan birçok yayın bu çalışmaların arasındadır.

İbrahim Edhem Paşa’nın hayatında dönemin en önemli ülkelerinden Fransa ve Batı medeniyeti de önemli bir rol oynamıştır. Yetişkin dört çocuğundan üçü Fransa’da eğitim görmüştür. Oğullarının en büyüğü ve Kaplumbağa Terbiyecisi tablosu ile tanınan Osman Hamdi Bey, ressam, arkeolog, müzeci olarak tanınmış, nümizmatist (sikke ve madalya bilgisi) İsmail Galip Bey, ülkemizdeki eski paralar ve müzecilik ile ilgili araştırmalar yapmış olan küçük oğlu Halil Edhem Eldem Türk Tarih Kurumu kurucusu, müzeciliğin yanısıra ülkemizdeki ilk yerbilimleri doktorasına imza atmıştır.

Son derecede disiplin meraklısı, delilik derecesine vardığı söylenen titizliği, ilkelerine bağlılığı, şiddetli mizacı, aşırıya kaçabilen vatanperverliği ve kırıcı olabilen davranışlarıyla Edhem Paşa kesinlikle kolay birisi değildi. Hamisi ve koruyucusu Koca Hüsrev Paşa, devlet kademelerinde görev almasını istemeseydi, Anadolu topraklarında bilimsel madenciliğe geçilen ilk yıllarda madencilik ve mühendislik adına önemli çalışmalar yapabilirdi. Ancak, çoğu tanınan 4 çocuğu, 11 torunu ve ardılları ile ülkemize çok daha önemli işler yaptığı kanaatindeyim.

Böylesine önemli bir kişiliği, ülkemizin ilk maden mühendisi İbrahim Edhem Paşa ile ilgili yaptığım araştırmayı sizlerle paylaşmak isterim.

Nadir AVŞAROĞLU

Maden Mühendisi

Ankara – 2019 

GİRİŞ

Anadolu topraklarında yetişen ilk maden mühendisi İbrahim Edhem Paşa’nın hayatını incelediğimizde çok fazla mesleği ile ilgilenemediğini, aldığı eğitim, mükemmel derecedeki Fransızca ve Almancası ve Osmanlının son dönemlerinde yaşanan devlet adamlığı ihtiyacına paralel olarak sadrazamlık (başbakan) ve nazırlık (bakan) dahil bir çok devlet görevinde bulunduğunu görmekteyiz. Ancak İbrahim Edhem Paşa’nın maden mühendisliğini seçmesi ve hayatının sonuna kadar devletin çeşitli kademelerinde görev alırken madencilik ve yerbilimleri konusunda çalışmaların altında imzası olması, bizlere mesleğine olan düşkünlüğünü de göstermektedir.

İbrahim Edhem Paşa’nın maden mühendisliğini tercih etmesi ve bu branşı seçmesi konusunda net bir bilgi olmamakla beraber, 19. yüzyılın başında sanayileşmeye ve batılılaşmaya çalışan Osmanlının giderek daha fazla ihtiyaç duyduğu maden ve doğal kaynak ihtiyacının etkin rol aldığı söylenebilir.    

Bir başka yaklaşıma göre kendisini Fransa’ya götüren ve Fransız devlet yetkililerine teslim eden gezgin(!)  Pierre Amedee Jaubert’in (1779-1847) etkin rol aldığı da söylenebilir. Şöyle ki; Osmanlı kayıtlarında seyyah ve şarkiyatçı olarak geçen Jaubert, birçok kayıtta Napolyon’un ordusunda subay olarak görevli iken İran’a ajanlık yapmak için görevlendirilmiş, Cezzar Ahmet Paşa’nın daveti ile 1805 yılında Anadolu’yu da gezmiş, Orta ve Doğu Anadolu’daki hristiyan azınlıklar ve yaşantıları hakkında bilgiler toplamıştır. Carl Ritter’in “Vergleichende Erbkunde des Halbinsellandes Klein-Asien” adlı kitabında Pierre Amedee Jaubert’in Anadolu’daki gezintileri ile ilgili başta Gümüşhane olmak üzere Doğu Anadolu’daki birçok maden işletmesi ile özellikle ilgilendiği belirtilmektedir.[1]

İbrahim Edhem’in yaşadığı yıllarda ülkemizde madencilik ve yerbilimlerini konu alan bir mühendislik eğitimi bulunmamaktadır. Türkiye’de yerbilimlerinin yüksek öğrenime girmesi Tanzimat Devri’nden sonra başlar (1839). Tanzimattan önce, İstanbul’da “Tıphane” adıyla 4 sınıflı bir Tıbbiye Mektebi açılmış (1827) ve bundan ayrı olarak Cerrahhane adıyla bir mektep de bulunmaktadır. 1836’da bu iki müessese birleştirilerek 6 sınıflı “Mekteb-i Tıbbıye-i Şahane”adıyla yeniden kurulmuş ve 1850’de bu mektep ıslah edilerek modernleştirilmiştir. Dr. Abdullah Bey bu mektepte “İlm-i Arz ve Maadin”(Yeryüzü Bilimi ve Madenler) dersleri vermiştir.

Tüm bu nedenlerle İbrahim Edhem Paşa’nın yaşadığı dönemin konjüktürü gerek Osmanlı, gerekse de Fransız devlet yetkililerinin yönlendirmesi ile maden mühendisliği mesleğini seçtiğini düşünmekteyim. Aldığı mesleki eğitime rağmen Osmanlının ihtiyaç duyduğu yetişmiş devlet adamı ihtiyacının İbrahim Edhem Paşa için böylesine bir hayat çizgisi belirlendiğini söylemek çok da yanlış olmaz. Çalışmaya başlamadan önce Osmanlı’da madenciliğe ve o dönemin koşullarına bakmak gerekir. 

OSMANLI DÖNEMİ ANADOLU MADENCİLİĞİ ve MADEN MÜHENDİSLİĞİ

Osmanlı Devleti kuruluşundan itibaren, sistemli bir yayılma politikası sayesinde Anadolu ve Balkanlar’da kısa süre içerisinde büyük bir güç olarak sivrilmiştir. Özellikle yükseliş dönemi sonunda Anadolu ve Balkanlar’daki maden ocaklarının bulunduğu yöreler tümüyle sınırlara dahil edilmiştir. Bu durum maden rezervlerinin bolluğuna, tür açısından da çeşitliliğe neden olmuştur. Osmanlı, eline geçen bu fırsatı çok iyi değerlendirerek, mali ve askeri açıdan kendi kendine yeterlilik politikasını sürdürmedeki kararlılığına yön vermede en önemli etkendir.

Osmanlı devrinde Türkiye madenlerine ait hicrî 967’den (1546) h. 1200 (1779) senesine kadar gerek Anadolu’da ve gerek Rumeli’deki madenlerin işletilmesi hususunda divan-ı hümâyûnda yazılı hükümler mevcuttur. Bu hükümlerin çoğu top yuvarlağı dökmek, gemi lengeri yapmak, bakır ve gümüş ihraç etmek ve güherçile yapmak için maden eminlerine ve maden bulunan kazaların kadılarına yazılan fermanlardır. Bu fermanlardan anlaşıldığına göre; Anadolu eyaleti ve diğer eyaletlerde en kaliteli gümüş, bakır ve demir ocakları Gümüşhane, Espiye, Keban, İnegöl, Ergani, Kiğı, Bilecik’te; güherçile ocakları da; Akdağ, Van, Erciş, Niğde, Karaman, Kilisehisar, Malatya, Larende, İçel, Maraş ve Kayseri’dedir.[2]

Osmanlı devrinde, madenlerin çıkartılması ve işletilmesinde uygulanan politika ise geniş bir zemine dağıtılarak uygulanmıştır. Anadolu veya Rumeli’de herhangi bir mahalde, maden olduğu haber verilir verilmez, madenin cinsine bakılmak üzere, cevherden numune getirtilir. Darphanelerde cevher incelenir, işletilmeye değer ise işletmeye açılması emredilirdi. Civardaki köylüler madende çalıştırılmak üzere maden işçisi yazılır ve onlardan vergi alınmazdı. Diğer maden ocaklarından ustalar gönderilerek madenin işletilmesine başlanırdı. Madende çalışan işçilerin işlerine valiler ve hâkimler müdahale edemezlerdi.[3]

Maden çıkartma ve işletmede gerekli olan malzeme, kömür ve odun; maden işçisine yiyecek ve erzak civar köylerden temin edilirdi. Her kaza ve köyün hissesine düşen malzeme miktarı tespit edilir, ona göre odun, kömür, yiyecek ve diğer malzemelerin temini sağlanırdı. Madenler, civardaki eşkiyaların saldırısına uğrardı. Buralara eşkiya saldırısından korumak ve maden işçisinin güven içinde gelip gitmesini sağlamak için madenler civara iskân olunan aşiretler memur edilirdi. Madenlerin ve maden işçilerinin güvenliğini bunlar sağlardı. Madenler genellikle çıkartılan yerde değerlendirilir ve orada işletilirdi. Osmanlı devrinde, özellikle savaş zamanı, barut, gülle ve para lazım olduğu dönemlerde, madenlerde büyük bir faaliyet görülürdü.

Osmanlı devrinde 1858’e değin madenler konusunda vergileme dışında özel bir sistem uygulanmadı. Bu tarihte çıkarılan Arazi Kanunnamesi ile ülke toprakları değişik hukukî statülere bağlanırken, madenlere ilişkin haklar da toprağın statüsüne göre değişik çözümlere kavuşturuldu. Buna göre, kimin tasarrufunda olursa olsun, arazî-i mîriyede (mirî arazi) bulunan altın, gümüş, demir, bakır, alçı, kükürt, güherçile, zımpara, tuz ve öteki madenler devlete ait olacaktır. Arazî-i metruke (kamu yararına terk edilmiş arazi) ile arazî-i mevadde (ölü arazi) bulunan madenlerin beşte biri devlete, beşte dördü de madeni bulana ait olacaktır. Arazî-i Mevkufede (vakıf arazi) bulunan madenin vakfa; köy ve kasabalardaki arazî-i memlukede (mülk arazi) bulunan madenlerin ise toprak sahiplerine ait olması ilkesi benimsendi. Daha sonra 1861 tarihli Maadin Nizamnâmesiyle madenleri işletmek üzere 10 yıllık imtiyaz verilmesine imkân sağlandı.[4]

Başta maden ocaklarıyla ilgili araştırmalar, madenlerin çıkarılması, vergilere ait hususlar ile maden sanayi ve mühendislerinin çalışma ve görev alanlarıyla ilgili hükümler içeren bu nizamnameyle, daha önce sıkı bir şekilde korunan ve maden mülkiyet hakkına ait olan düşüncenin değiştiğini görmekteyiz. Zira bu yönetmelik yabancılara, Osmanlı vatandaşları tarafından kurulan maden şirketlerine ortak olma hakkı tanımıştır. Yine bu düzenleme çerçevesinde, yabancılara 1867’de ilk maden imtiyazı verilmiştir.[5] Böylece yabancılar (Hicaz vilayeti dışında) her yerde, taşınmaz mal edinme hakkını kazandılar. Fakat daha sonra bu nizamnamenin de yetersiz olduğu görülmüş ve Fransızların 1810 yılında düzenlemiş oldukları Maden Kanunu örnek alınarak 1869’da yeni bir düzenlemeye gidilmiştir. Yeni nizamname[6] ile madenler; asli madenler, yüzey madenleri ve taş ocakları olmak üzere üç kısma ayrılmıştır. Bunlardan “asli madenlere” 99 yıl süreyle imtiyaz verilmesi, yüzey madenlerinin süresiz olarak çıkarılmasına izin verilmesi kararlaştırılmıştır.[7] Bu nizamnameyi takiben, taş ocaklarının madenlerden ayrılarak ayrı hükümlere tabi tutulması, maden ocaklarının daha iyi duruma getirilmesi, madenlerin ihale şekli ve bazı vergi düzenlemelerinin yapıldığı 1887 yılına ait maden nizamnamesi ile Osmanlı’ya ait son maden nizamnamesi olan 1906 tarihli nizamname yürürlüğe konmuştur.

Bu dönemde, ordunun donanımını temin için askeri imalatın yoğun biçimde sürdürüldüğü İstanbul’daki Tersane-i Amire ve Tophane-i Amire’ye bağlı tesislerin ihtiyaç duyduğu demir, bakır ve kurşun gibi hammaddeler genellikle Anadolu ve Balkanlardaki sahalardan temin edilmekteydi. Çeşitli türlerde top, yuvarlak denilen top mermisi, humbara ve tüfek mermisi denilen fındık gibi silahlar ordu donanımına yön vermekteydi. Bu nedenle stratejik özellik arz eden bu tür metallerin ülke dışına çıkarılması kanunen yasaktı. Özellikle Anadolu’daki Ergani, Gümüşhane, Espiye, Bereketli ve Bozkır sahalarından bakır ve kurşun; Rumeli’deki Samakov, Samakovcuk, Kuçayna, Kamengrad, Sidrekapsi, Kratova ve Rudnik sahalarından da demir, kurşun ve bakır tedariki yapılarak İstanbul’daki imalat tesislerine ulaştırılmaktaydı.


Yine bu dönemde askeri ve malî alanda olduğu kadar, toplumun ihtiyaçlarının karşılanmasında madenlere sürekli gereksinim duyulmaktaydı. Özellikle cami, medrese, saray, ikametgâh, köprü, vs. gibi inşaatların yapımında, ev, zirai ve hayvancılık alanında kullanılan araçların imalinde bakır, demir ve kurşun madenleri ön plandadır. İnşaat sektöründe demir ve kurşuna sürekli ihtiyaç duyulduğu belgelerce sabittir. Demir ve kurşun, devletin belirlediği fiyat üzerinden satın alınarak temin edilmekle birlikte, bu fiyatlar doğal olarak dönemin ekonomik durumuna göre değişim göstermekteydi.[8]


Yükselme döneminden itibaren Osmanlı Devleti madenler üzerindeki hassasiyetini artırarak üretimin aksamaması ve hatta artırılması için gerekli düzenlemeleri yapmıştır. Osmanlı madenciliği klasik dönemdeki parlak döneminin ardından, devletin gerilemesine paralel olarak bir çöküş sürecine girmiştir. 19. yüzyılda artık madenler eski verimliliğinden uzak olmasından başka hazine için bir yük ve zarara uğratan işletmeler haline gelmiştir. Osmanlı Devleti’nde bir maden mektebi bulunmadığından madenleri ıslah edecek maden mühendisi ihtiyacı, diğer teknik alanlarda olduğu gibi Avrupa’dan sağlanmaya çalışılmıştır.

Avrupa’dan ithal edilen yabancı maden mühendisleri, madenlerin verimli hale gelmesi amacıyla madenleri teftiş etmişler ve alınması gereken tedbirler hakkında raporlar hazırlamışlardır. 1861 Maden Nizamnamesi’nin ilanından sonra görevleri artan yabancı maden mühendisleri maden imtiyazlarının teknik kısımlarıyla da ilgilenmişlerdir. Yabancı maden mühendislerinin teklifleri doğrultusunda madenlerin yoğun olarak bulunduğu vilayetlerde görevlendirilmek amacıyla İstanbul’da 1872’de bir Maden Mektebi açılmıştır. Fakat Osmanlı idaresinin ve yabancı maden mühendislerinin tüm çabalarına rağmen Osmanlı madenciliğinde kalıcı ve büyük bir gelişme sağlanamamıştır.[9]

Osmanlı maden teknolojisi özellikle 18. yüzyıldan itibaren maden üretimindeki gelişmelere ayak uydurulamamasından dolayı Osmanlı madenciliği gerilemiş ve madenler devleti zarara uğratan bir sektör haline gelmişti. Hâlbuki ekonomiden orduya kadar devlet ve toplum hayatının pek çok alanında hayati öneme sahip madenlerin ihmali, çeşitli konularda devletin dışa bağımlı olması anlamına geliyordu. Dolayısıyla madenlerin yeniden verimli hale gelebilmesi için öncelikle madencilik alanında bilgi sahibi ve yeni teknikleri madenlerde uygulayabilecek nitelikli elemanların istihdamı gerekliydi. Ancak 19. yüzyıl başlarında Osmanlı Devleti’nde müstakil olarak maden mühendisi yetiştiren herhangi bir eğitim kurumu bulunmuyordu. Bu nedenle 19. yüzyıl başlarından itibaren bilhassa zarar eden madenleri ıslah ederek yeniden kârlı ve verimli hale getirmek gerekiyordu.

19. yüzyıl ortalarından itibaren giderek hızlanan ve özellikle büyük madenlerin ıslahı için istihdam edilen yabancı maden mühendislerinin çalışmaları neticesinde birkaç madende küçük çapta ilerlemeler kaydedildi. Ayrıca 1861 Maden Nizâmnâmesi sonrasında vilayetlerde maden mühendisi bulundurulmasının hükme bağlanması ile taşrada bu alanda nispeten daha ciddi bir yapılanmanın temelleri atıldı. Bu gelişmelerle birlikte Osmanlı Devleti’nde ilk defa bir Maden Mektebi açılarak acil ihtiyaç duyulan ikinci sınıf maden mühendisi yetiştirilmeye başlandı. Ancak teknolojik altyapı ve yetişmiş eleman eksikliği gibi pek çok unsur, madenlerin modernizasyonunun birkaç yabancı maden mühendisinin çalışmalarıyla düzelmesine imkan vermeyecek kadar ciddi engeller yaratıyordu. Nitekim adı geçen mühendislerin zaman zaman aylar süren çalışmalarından sonra hazırladıkları ve madenlerin ıslahına yönelik raporların çoğu, maliyetlerinin bütçeye yapacağı baskılar göz önüne alınarak uygulanamıyordu. Her ne kadar başarılı bir sonuç alınamasa da bu teşebbüs devlet kademelerinde görevli bir grup Osmanlı idarecisinin, devlet gelirlerinin artması için pek çok alanda giriştikleri modernleşme adımlarından birini, madenlerin idaresi konusunda atmaya çalıştıklarını göstermesi bakımından önemli bir hadisedir.[10]

Osmanlı Devleti’nde madenler ve maden bölgelerine kuruluşundan itibaren sürekli önem verilmiş, rakiplerine karşı üstünlük sağlamak amacıyla bu yörelerin ele geçirilmesi gerekli görülmüştür. Ele geçirilen yerler ise fetih siyasetinin gereği olarak istimalet politikası (hoşgörü politikası) çerçevesinde değerlendirilmiştir. Buna göre, Osmanlıların madenleri İslam Hukukundan ayrılmamaya özen göstererek yönettikleri ve değerlendirdikleri; ancak ekonomik açıdan zarara uğramamak için özellikle Balkanlar’da fetih öncesi uygulamalara da tamamen sırt çevirmedikleri anlaşılmaktadır.


Madenlere dayalı askeri, mali ve toplumsal tedarikte kendi kendine yeterlilik politikası gütmüş ve başarılı olmuştur. Madenlerin saf veya mamul halde ihracı şiddetle yasaklanarak rakiplerine karşı bir nevi ambargo uygulamaktan da geri kalmamıştır. Tıpkı çıkarımı ve arıtılmasında olduğu gibi, madenlerin naklinde de dikkatlice davranarak, kara ve denizyolları aracılığı ile merkeze gönderilmesini sıkı biçimde takip etmiştir. Fakat ilerleyen yüzyıllarda, gerek sermaye yoksunluğu, gerekse teknolojinin geliştirilememesi madencilik sektörünün giderek geri kalmasına neden olmuştur.


Osmanlı ekonomisinin başlıca gelir kaynaklarından olan madenler, imparatorluğun kuruluşundan itibaren önemini korumuştur. Fakat 18. yüzyılın akabinde yaşanan idari, askeri, mali bunalımlar her alanda olduğu gibi madencilik sektöründe de kendini göstermiş ve gerilemeye yol açmıştır. Bununla birlikte maden mevzuatının devrin değişen şartlarına uygun olarak gelişme gösterememiş olması, madenciliğin çöküşünü hızlandırmıştır.[11]

İBRAHİM EDHEM’İN KÖKENİ ve ÇOCUKLUĞU (1818-1822)

İbrahim Edhem Paşa’nın hayatını incelemeye başlamadan önce, doğduğu ve ailesinin yaşadığı yer olarak düşünülen Sakız Adası’nı ve bu adada yaşayan Rum tebaanın durumunu bilmek gerekir.

Akdeniz’de, deniz ticaret yollarında önemli bir noktada bulunan Sakız Adası (Chios) uzun yıllar Cenevizlilerin hâkimiyetinde kalmıştır. Cenevizlilerin deniz ticaretinden yavaş yavaş çekilmesi sonucu Ada, 1566 yılında Piyale Paşa tarafından savaşmadan Osmanlılara geçmiş ve 1912 yılına kadar yaklaşık 350 yıl Osmanlı hükümranlığında kalmıştır.

Adanın Osmanlıya geçişi ile birlikte ekonomisi ve yaşamı değişmemiştir. Özellikle İstanbul Saraylarına gönderilen mastika (sakız rakısı) sebebi ile adanın ekonomisi gelişmeye devam etmiştir. Ada 18. yüzyılda büyük bir ekonomik ve kültürel büyüme yakalamış, Tarım, hayvancılık, ticaret, mastika, ve hafif endüstri üretimi önemli bir gelir kapısı oluşturmuştur. Mimarisinin en üst düzeyde olduğu zamanlarda birçok kilise ve büyük binalar inşa edilmiştir. Adanın nüfusu büyümüş ve 100.000 civarına ulaşmıştır.

1800’lerin başında tüm Balkan yarımadasında yaşanan milliyetçilik rüzgârları, Yunan ve Rum halklarını da harekete geçirmiş, bu durumdan Sakız Adası’nda yaşayan Rum tebaası da etkilenmiştir. 1821 yılında Yunan Bağımsızlık Savaşı patlak verince Sakız Adası buna katılmamıştır. Fakat 11 Mart 1822 yılında Samos’dan gelen isyancılar Sakız Adası yerli halk ile birlikte AntonisBournias önderliğinde Osmanlıları kalede kuşatmışlar fakat bir sonuç alamamışlardır.

Buna göre Sakız’daki büyük olaylar Sisamlıların ikinci teşebbüsünde yaşanır. Sisamlılar, 60 büyük 17 küçük tekne ile Sakız’a doğru hareket eder. Mart ayı sonlarında başlayan Mora ihtilali, iki ay içerisinde pek çok yerde etkisini göstermeye ve gittikçe daha geniş kitleleri içine alarak büyümeye başlamıştı. Sisamlıların adaya yeniden gelişiyle cesaret bulan Sakızlılar da bunlara katılarak, adadaki 1-2 bin kişilik Latinler dışında tüm ada halkı, evlerine bayraklar asarak bir anlamda ayaklanmaya katıldıklarını beyan etmiş oldular ve bir süre sonra da kaleyi kuşattılar.[12]

Adadaki ayaklanmanın başlamasıyla ilgili varsayımlar, genelde eylemlerin dışarıdan gelen desteklerle gerçekleştiği doğrultusundadır. Bir görüşe göre; Mayıs 1821’de Yakomi Tombazis komutasında çok sayıda gemi Sakız Adası’na gelerek buradaki yerli Rumları ayaklandırmaya çalışmıştı. Bu sırada ayaklanmış olan Sisamlılar gibi Sakızlıların da ayaklanmaya katılacakları düşünülmüş; ne var ki bu hareketler Osmanlı tarafından kısa sürede bastırılınca beklenen sonuç elde edilememişti. Yaygın bir görüşe göre, Sisamlıları ayaklanmaya teşvik eden Samoslu Logothetis 1821’de bir filoyla Sakız Adası’na da gelip, adadaki Rumları ayaklanmaya sevk etmişti. (Yaşar, 2011)

30 Mart’ta Osmanlı donanması  Amiral Kaptan Paşa Kara Ali komutasında adaya ulaşmış ve isyancılara karşı koymak için adaya çıkartma yapmışlardır. İsyancılar geri çekilmiş fakat yerel halk ise Osmanlı Donanmasının Türklerin insafına kalmışlardır. Sakız Adası İsyanı, dünya litaratürlerine “Sakız Adası Katliamı” olarak  geçmiştir.15 gün süren bu savaş, isyanı bastırma sonucu adanın ileri gelenleri tutuklanmış ve cezalandırılmışlardır. Bu üzücü olayda 25.000 Sakız Adalının öldüğü, kalanların ise köle pazarlarında satıldığı söylenmektedir.

Yaklaşık 100 bin kişinin yaşadığı Sakız Adası’nın nüfusunu 2 bin kişiye düşüren olaylar sırasında 23 bin kişi idam edildi, 50 bin kişi de sürgün edilerek adadan uzaklaştırıldı. Adanın genelindeki birçok ev ateşe verilerek kullanılmaz hale getirildi. Tüm bu olaylar yaşanırken yerleşik zenginlerden 2 bin dolayında kişiye ise müdahale edilmedi. Sürgün edilenlerin birçoğu Kuzey Afrika ve İzmir’e gönderilmiş.

Adadaki bu katliam “Sakız Adası Katliamı” olarak birçok esere, araştırmaya konu olsa da çok gündemde olmadığından unutulup gitmiş Sakızlılar dışında. Victor Hugo ve Lord Byron’un bu olaylardan etkilenerek kaleme aldıkları eserler ise çok bilinmiyor. Ünlü Fransız Ressam Eugène Delacroix’in 1824 yılında ‘Sakız Katliamı’ adıyla yaptığı tablosu olan biteni özetlerken tablo bugün Paris’teki Louvre Müzesi’nde sergilenmektedir.

1822 sonlarına doğru bazı ada halkı evlerine dönüp mülklerine sahip çıkarak yaşantılarına devam etmeye başladılar. Ancak bu katliamdan kaçan birçok kişi Yunanistan’a yerleşmiştir. Günümüzde Adada bulunan Nea Moni Manastırı’nda yer alan ve Manastır’ı ziyaret eden turistlere bilgi veren tabelada; “Khios (Sakız) Adası 118 bin kişilik bir nüfusa sahipti. 1882’de yapılan katliam sonrasında, adanın güney kesiminde 1.800 kadarı canlı bırakıldı ve bunlar sakız tarımı yapmaya devam edebildiler. En eski kaynaklara göre 23.000 ölü, 47.000 de Kahire ve İzmir’deki köle pazarlarına satıldı ve geri kalanlar da adanın yakınındaki diğer adalara kaçmaya mecbur bırakıldı. Nea Moni Manastırı’ndaki katliam, Nisan’ın “Büyük Perşembe” ve “Büyük Cuma” günlerinde gerçekleşti ve 600 keşişin, buraya sığınan 3.500 kadın ve çocuğun ölümü ile sonuçlandı. Onlar Türk imparatorluğu (Osmanlılar) tarafından hunharca öldürüldüler. Öldürülen keşişlerin ve sivillerin kemikleri burada sergilenmektedir ve bu şekilde bu medeniyetsizce yaşananlar asla unutulmayacaktır.” ifadelerine yer verilmektedir.

1821-1829 yılları arasında cereyan eden Yunan ayaklanması Mora yarımadasında başlayıp Ege kıyılarını ve adaları içine alarak büyümüştür. Rum tebaanın bu isyanı karşısında Osmanlı askeri bir mücadele vermiş ve sonunda isyanı bastırmıştır. Ancak 1829 yılında Osmanlı Devleti, Edirne anlaşması ile Yunanistan’ın bağımsızlığını tanımıştır. Yunan ayaklanması sırasında askerler ve isyancılar arasında kimi zaman çok şiddetli çatışmalar yaşanmış, her iki taraftan çok sayıda kayıp olmuştur. Bu sert çatışmalardan biri de 1822 yılında Sakız Adasında yaşanmıştır. Bu çalışmada Sakız’daki ayaklanmada adanın muhafızı olan Vahid Paşa’nın o dönemde yaşananları kaleme aldığı Zuhûr-ı Fîtne-i Rum adlı yazma eseri incelenmiştir.[13]

İşte böylesine bir ortamda Sakız’lı bir Rum ailenin daha 3 yaşındaki bir çocuğu olarak dünyaya gelen İbrahim Edhem’in, köle olarak alındığı ve İstanbul’daki mezatta satışa çıktığı düşünülmektedir. Unutmamak gerekir ki Sakız Adası’ndaki 1822 olayları, sadece şiddetinden dolayı değil, asıl bir asırdan fazladır bu kadar çok sayıda esirin köleleştirilmesiyle sonuçlanan herhangi bir sefer olmamış olmasındandır. Cevdet Paşa “Tarih-i Cevdet” adlı eserinde “bir parası olmayan Zeybekler zengin oldu” dedikten sonra “Sakız’da ve donanmada ellişer guruşa köle ve cariye satıldı” diye eklemektedir.

İbrahim Edhem’in nereli olduğu ve kökeni hakkında iki farklı yaklaşım mevcuttur. Osmanlı arşivlerinde ve birçok tarihçiye göre İbrahim Edhem, Sakız Adası’ndaki ayaklanmalar sırasında yetim kalan bir öksüz olup, Rum ve Hristiyan kökenlidir. İbrahim Edhem’in kendi ifadeleri ve oğlu Halil Eldem’in yazdıklarına göre Karadeniz kıyısından ve Kafkas (Çerkez) kökenlidir.

Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü akademisyenlerinden ve aynı zamanda İbrahim Edhem Paşa’nın torununun torunu Prof.Dr. Edhem Eldem 2010 yılında Toplumsal Tarih Dergisi için kaleme aldığı makalesinde İbrahim Edhem’in nereli olduğu ve kökenleri konusunda detaylı bir araştırmaya girişmiştir. Bu çalışmaya göre; “Hayat” ansiklopedisinde “M.S.” imzalı bir makalede “Sakızlı olduğu söyleniyorsa da bu yanlış bir rivayettir” diye indi bir hükmi kat’i verildikten sonra, oğlu Halil Eldem’in de belirttiği gibi “Hüsrev Paşa’nın kâhyası, bu kimsesiz çocuğa Karadeniz sahilindeki memleketlerden birinde tesadüf etmiş ve henüz bir yaşında iken onu paşanın konağına getirmiştir” deniliyor.[14]

Yine aynı makalede “Paşanın bazı aşinalarından işittiğimize göre; pek küçük iken İstanbul’a getirildiğinden hangi memlekete mensub olduğunu bilemeyip, fakat Karadeniz boğazından geldiğini söyler ve kendi kendine karabet iddia edenleri red eyler imiş. Hâlbuki o zamanlar Sakız’da Hıristiyan akrabası mevcudmuş.” ifadeleri yer almaktadır.

Kitâbü’l-Akdü’l-Semin fi Tarihi Erbaati Selâtin isimli eserden naklen Hızâneti’l-Eyyâm fi Terâcimü’l İzâm’da deniliyor ki: “Sakız adasında bir Yunanlı ana ve babadan doğdu. 1822’e Yunan İstiklâl harbinde bu adada muharebeler cereyan ettiği esnada Türklerin esir etdikleri kimselerden biri de o idi. İstanbul’da köle olarak satıldı. Hüsrev Paşa iştira etti. Onun aslı Çerkesdir de denilmişdir.”

Edhem Paşa’yı iyi tanıyan Mahmud Celâlüddin Paşa Mirat-ı Hakikat’da “Sakızlı ve Rumiyül asıl olub sadr-ı esbak Hüsrev Paşa’nın kapudanlığında Sakız reayası tenkil edildiği esnada esir olarak getirilmiş…” diyor ki rivayetlerin en doğrusu olsa gerekdir.[15]

Tüm bu bilgiler ışığında Prof.Dr. Edhem Eldem bahse konu çalışmasında; İbrahim Edhem’in Rum kökenli bir yetim ya da Kafkas kökenli bir Çerkez aileden mi geldiği konusunda yorum yaparak, aşağıda belirtilen kanaatini kaleme almıştır. Makalede;

“İki rivayet arasında yaşanan gerilim birçok açıdan ilginçtir. İbnülemin’in gayet ikna edici bir şekilde Rumluk tezini öne çıkarması bir yana, asıl sorulması gereken sorulardan biri, pek de inandırıcı gözükmeyen “Karadeniz sahilleri” hikâyesinin nereden çıkmış olabileceğidir. Bu tezi savunan kaynakların çoğunun 1930’lar ve 1940’lara ait eserlerde yer almış olması dikkat çekicidir. AlâettinGövsa bunların başında gelmektedir: Hem Meşhur Adamlar’da, hem TürkMeşhurları’nda bu yazar ısrarla “Anadolu sahilleri”, “Çerkes dağları etekleri” ve “Karadeniz’in Anadolu kıyıları” gibi muğlak ifadeler kullanmakta,[16] Sakız meselesiniyse “başka rivayetler” ifadesiyle geçiştirmekte, hatta İbnülemin’in de alaya aldığı bazı kaynaklarda “yanlış rivayet” olarak inkâr etmektedir.

Aynı dönemdeki bir yazısında Uzunçarşılı ise meseleyi tamamen muğlak bırakmayı tercih ederek sadece “Hüsrev Paşa’nın dairesinde yetişmiş” olduğundan bahsetmekle yetinir. Aynı tarihlerde İbnülemin’in kitabına rakip Son Sadrâzamlar ve Başvekiller isimli eserinde Mehmed Zeki Pakalın bu çetrefilli meseleyi gayet ilginç bir şekilde ele alır:

“Sakızlıdır. 1818 (Hicrî 1234)’de doğdu. İkinci Mahmud’unSadrâzamı meşhur Hüsrev Paşa’nın adamlarından Hacı Ahmed Efendi bir yaşında iken, o zamanın usulünce köle olmak üzere, konağa getirdiğinden, diğer birçok emsali gibi, orada evlâd muamelesi görerek yetişdi.”

“Edhem; daha bir yaşına basmadan Hüsrev Paşa’nın adamlarından Hacı Efendi isminde biri delaletiyle Karadeniz tarafından konağa getirilmişdir. Edhem Paşa kendisinin Çerkes olduğunu zannederdi. Bu babda kati malumat yokdur. Konağa geldiği vakit Hüsrev Paşa’nın ikinci haremi olan Küçük Hanım Edhem’i kendisine evlâdedinüb beslemiş ve büyütmüşdür.”[17]

Bütün bunlardan anlaşılan odur ki, Edhem Paşa’nın Sakız değil de Karadeniz ve/veya Çerkes kökenli, Rum değil de Müslüman olduğu iddialarının oluşmasında kendi oğlu Halil Bey’in önemli bir rolü vardı. Bunu da herhalde hem kendi şahsiyetine, hem dönemin siyasi ve ideolojik havasına bağlamak yanlış olmayacaktır.

Gerçekten de Halil Bey (1861-1938), kendinden neredeyse yirmi yaş daha büyük ağabeyi Osman Hamdi Bey’e (1842-1910) benzer bir entelektüel ve bilimsel kariyere sahip idiyse de, aslında bazı noktalarda kendisinden ayrılmaktaydı. Müze-i Hümayun müdürlüğü ve arkeolog olarak gerçekleştirdiği faaliyetler boyunca ağırlıklı olarak İslam öncesi dönemlere ilgi bir Sakızlı Rum’un oğlu olmak herhalde pek cazip bir durum değildi.

Kısacası, Halil Bey hem kendi zihniyetinin belirli bir milliyetçiliğe açık olması dolaysıyla, ama muhtemelen de giderek Türkleşerek millileşen bir ortamda yaşamanın yarattığı baskıyla babasına alternatif bir köken bulmak konusunda kolları sıvamış, birçok yazar da kendisine hürmeten veya gerçekten inandıkları için bu izahı benimseyerek biyografik çalışmalarına yansıtmayı üstlenmişlerdi.”

İbrahim Edhem’in kökeni konusunda Edhem Eldem’in yaptığı araştırmalarda Osmanlı nüfus memurlarının tuttuğu önemli kayıtlardan “Sicil-i Ahval” serisinde yer alan Edhem Paşa’ya ait sicil de bulunmaktadır. Bu sicil kayıtlarına göre Edhem, “takriben 1232 (1816/1817) tarihinde dünyaya gelmişdir. Sadr-ı esbak merhum Hüsrev Paşa’nın taht-ı rakiyyetinde olarak dairesinde on iki yaşına kadar terbiye ve talim ü tedris” olduktan sonra Avrupa’ya gönderilmişti.”[18]

Osmanlı arşivlerinde yer alan bu sicil kaydıyla ilgili olarak Edhem Eldem’in yorumları şu şekildedir; “Ana metninin 1882’de doldurulmuş olduğu anlaşılan bu sicil kaydı ilginç bir şekilde doğum yeri vermemekte, ama Sakız katliamı öncesi bir tarih vermekte, ayrıca da açık bir şekilde Hüsrev Paşa’nın bir kölesi olduğunu belirtmektedir. Bu belgede sergilenen bu tutum ilginçtir, zira çoğunlukla bu sicil kayıtlarının ilgili kişiden doğrudan doğruya alındığı bilinmekte, dolayısıyla bu örnekte verilen bilgilerin doğrudan doğruya Edhem Paşa’dan alınmış olabileceği ihtimali doğmaktadır. Eğer öyleyse, Sakız’ın ve Rumluğun zikredilmemesi, hatta lisan bilgisi hakkında hiçbir ibare bulunmaması, belki de Edhem Paşa’nın bir seçiminden kaynaklanmış olabilir. Başka bir deyişle kendini yıllardır devlet hizmetine adamış bir bürokrat olarak Edhem Paşa, Rumluğunu gizlemek olmasa bile yazmamayı, bir tür “beyaz” yalan veya eksik beyanla, bu meseleyi hiç dile getirmemeyi tercih etmiş olabilir.”

Yine bu konuyla ilgili olarak Osman Nuri Bey’in Abdülhamit dönemini konu alan çalışmasında; “Konferansda ikinci murahhas olan Berlin sefiri Edhem Paşa 1238 sene-i hicriyesinde Sakız adasında tevellüd etmişdir. Peder ve validesi fakir olduğundan çocuğu İstanbul’a gönderüb meşhur Hüsrev Paşa’nın konağına köle sıfatiyleyerleşdirmişler. Hüsrev Paşa kölesinin fevkalâde zekâ ve istidada ve gayet metin bir azme malik olduğunu pek çabuk anlayarak çocuğu mesarifi kendi tarafından tesviye edilmek üzere Avrupa’nın büyük şehirlerinden birine gönderüb tahsil etdirmeğe karar vermiş, filhakika 1832 sene-i miladiyesinde dört Çerkes çocuğuyla birlikde (AmedeJober) isminde bir Fransızın taht-ı nezaretinde olarak beray-ı tahsil Paris’e göndermişdir.”[19] denilmektedir.

İBRAHİM EDHEM’İN ÇOCUKLUK ve GENÇLİK YILLARI (1822-1831)

İbrahim Edhem’in hayatının daha iyi anlaşılabilmesi için Koca Hüsrev Mehmed Paşa’nın konağında geçen çocukluk ve gençlik yıllarının iyi değerlendirilmesi gerekir. Yaklaşık üç yaşında iken Hüsrev Paşa’nın konağında çalışan Hacı Ahmed Efendi tarafından, o zamanın usulünce köle olmak üzere, konağa getirildiği bilinmektedir. O tarihlerde Hacı Ahmed Efendi tarafından konağa getirilen köle çocuklar arasında İbrahim Edhem’in haricinde daha sonra saray başhekimi olan İsmail Paşa ve Manisa mutasarrıflığında bulunacak olan Cavid Paşa da bulunmaktadır. Konağa getirilen bu çocuklar, “Hüsrev Paşa’nın ikinci haremi olan Küçük Hanım Edhem’i kendisine evlâd edinüb beslemiş ve büyütmüşdür.”[20] Konuyla ilgili bir diğer yaklaşım da “Hüsrev Paşa’nın küçük eşi Huriye Hanım tarafından “evlâd gibi sevilerek büyütülen” Edhem, ilk eğitimini konak içinde almaya başladı (Çelik, 2005: 421-422; İnal, 1957: 600).” şeklindedir. Hüsrev Paşa’nın ikinci haremi olan “Küçük Hanım”ın Huriye hanım olup olmadığını bilmemekteyiz.

Osmanlı’da seraskerlik (genel kurmay başkanlığı) dahil birçok önemli görevde bulunan Koca Hüsrev Mehmed Paşa’nın bu yöntemle yaklaşık 100’e yakın çocuğu kendi konağında büyüttüğü, eğittiği ve devletin önemli noktalarına yerleştirdiği bilinmektedir. Koca Hüsrev Paşa’nın çocuğu yoktu; pek çok köleyi satın alarak kendi konağında özel hocalar vasıtasıyla evlâdı gibi yetiştirir ve sonra devlet kapısına çıkarırdı. Osmanlı devlet idaresinin temel kurumlarından olan “gulâm sistemi”[21]nin son büyük temsilcisi ve bu geleneği kendi nüfuz ve hâkimiyeti için bir araç olarak kullanmıştır. Bu bakımdan eski Osmanlı devlet adamı tipini temsil etmektedir.

Hüsrev Paşa, aristokrasinin olmadığı Osmanlı toplumunda yönetici zümrenin devşirmelerden çıktığı gulâm sisteminde toplumun en alt kesiminden, sadaret gibi en üst idari makama kadar yükselmeyi, yönetenler ile yönetilenler arasındaki bu yapıyı geleneklerine dayandırmaktadır. Servet, nüfuz ve güç sahibi olabilmek için tüm idari ve askeri sınıfa dâhil olan elitler, zamanla padişah ve en üst idari birim olan Saray’ı model almışlar konaklarını saraya benzer tarzda teşkilatlandırarak satın aldıkları köleleri, eğiterek devletin idari kadrolarına yerleştirmişlerdir.

Hüsrev Paşa’yı tanıyan ve onun konağındaki yaşam tarzına bizzat şahid olan Mehmed Memduh Paşa, “Esvât-ı Südûr” adlı eserinde Hüsrev Paşa’nın konağındaki eğitimin mahiyeti ve paşanın eğitimciliği üzerine şunları söylemektedir: “Dâiresini bir mekteb-i irfân haline koyduğundan kölelerinin tahsil-i ilim ve marifet etmelerine fevk al gâye himmet göstermiştir. Kendisinin evlâdı olmadığından kölelerini evlâdı addederek terbiye ve tefeyyüzlerine peder-âne ve müşfik-âne delâlet eylemiştir.”[22]

Aristokrasi olmasa da bu şekilde yetiştirilen ve devlete monte edilen yeni seçkinler bir ağ içinde (biri birini kollayarak ya da rakiplere üstün gelme anlayışıyla) hareket etmişlerdir. Saray muhitini de kendi nüfuzu altına alabilmek için padişahın kızlarını kendi yetiştirdiği kölelerle evlendirmenin yolunu bulur ve düğün masraflarını da bizzat kendisi karşılardı. Kölelerinden otuz kadarı paşa olmak üzere pek çoğu devlet hizmetinde üstün başarı göstermiştir. Bu yöntem, henüz yaygın ve örgün eğitim kurumlarının teşekkül etmediği dönemde, devletin ihtiyacı olan memur kadrolarının yetiştirilmesine imkân vermiştir. Vurgu, devşirme sistemi ile Enderun mektebinin işlevlerini yitirmesinin yönetici sınıf için insan kaynağı konusunda da bir takım değişimlere yol açtığı noktasındadır. Sonuçta, konak merkezli ve devlet adamlarının himaye esasına dayanan devşirme tarzı ortaya çıkmıştır. 19. yüzyılda konaklardan yetişen köleler ile daha sonraları köle olmamakla birlikte yine himaye esasına dayanan ve Bâbıâli odalarından yetişenler, devletin idari kadrolarını işgal etmişler ve hem birbirine karşı kişisel rekabet gütmüşler ve hem de siyasi hizipler oluşturmuşlardır.[23]

Aralarında sonradan sadrazam olacak İbrahim Edhem Paşa’nın da bulunduğu yüz kadar çocuğu küçük yaşta evlatlık alarak yetiştirmiş olan Hüsrev Paşa, bu sayede bir asıra yaklaşan yaşamı boyunca Osmanlı idaresinde söz sahibi olmaya çalışmıştır. Çocukların çoğu ilerleyen yıllarda devlet içinde önemli mevkilere gelmişlerdir. Nitekim, 1827 yılında 27.000 asker sayısına ulaşan yeni Osmanlı ordusunun (Mansure Ordusu) subay kadrosu içinde Koca Mehmet Hüsrev Paşa’nın 70-80 kadar evlatlığı çekirdek bir grup oluşturmaktaydı. Bu arada, Silistre ve İstanbul’da iki süvari alayı oluşturmuş, himayesindekilerden Topal İzzet Paşa’nın Kaptan-ı Derya olmasını sağlamıştır.

Mümkün olduğunca nüfuzu arttırarak iktidardan pay alma ve bununla da kişisel ihtirasları tatmin etmeyi teşvik eden bir sistemde, Hüsrev Paşa’nın, meşruiyetin kaynağı olarak sadakat ve teslimiyetin önemini çok erken dönemde kavradığı kanaatindedir. Bu bağlamda Hüsrev Paşa’nın kadroculuğu siyasi gücünün temel dayanağıdır. Sadakat ve teslimiyetin sınırlarının olduğu, iktidar ve nüfuz ile tanımlanabilecek kişisel çıkarın devlet çıkarına üstün geldiği anlar da söz konusudur. Bu belki de iktidarın doğasında olandır. Nüfuz alanını korumak ve şartlar elverdiğince genişletmek herşeyden önemli olmuş, ilk seraskerliği döneminde (1827-1836), Hüsrev Paşa Asâkir-i Mansûre’nin teşkili sırasında kölelerini ordunun önemli kademelerine peyderpey yerleştirmiş.[24]

Hüsrev Paşa’nın konağındaki çocuklara ve gençlere verilen eğitim, Paşa’nın kısa vadede elde

etmek istediği resmi kadrolara adam yerleştirmek gibi pragmatik hedefler dolayısıyla, teorik ve akademik boyutlarda değil de daha çok pratik ve teknik konular üzerinde yoğunlaşmıştır. Hüsrev Paşa, belirli bir yaşa, fiziksel ve zihinsel olgunluğa erişen kölelerini özellikle askeri alana sevk etmekte idi. Böylece onları Osmanlı ordusunun veya donanmasının müstakbel paşaları olarak yetiştiriyordu. Özellikle 1826 yılından itibaren, yani Yeniçeri Ocağının kaldırılması (Vaka-yı Hayriye) ve ardından Asâkîr-i Mansûre’nin kurulması ile birlikte Hüsrev Paşa’nın devlet içerisindeki nüfuzu iyice arttı. Paşa, adam yetiştirme işine daha sıkı bir biçimde sarıldı. Yeni baştan kurulan ordu teşkilatının içerisinde daha çok yetişmiş kölelerinin olması onun başlıca hedefleri arasında idi.

Çeşitli kaynaklarda yer alan bilgilere göre, Koca Hüsrev Paşa’nın yetiştirdiği ve devlet kademelerinde görev alan çocuklarının çoğu 19. yüzyılda yeniden düzenlenen Osmanlı ordusunda yer almıştır. Bazı kayıtlarda Hüsrev Paşa’nın gulam sistemi ile yetiştirdiği 100’e yakın çocuğun yaklaşık 70-80’inin Paşa rütbesi ile orduda görev almıştır. Sadrazamlık makamına gelen İbrahim Edhem’den başka devlette önemli görevlerde yer alan bu çocuklardan bazıları yine İbrahim Edhem Paşa gibi sadaret makamına yükselmiş Gürcü Reşid Mehmed Paşa’dır.[25]Bu sadrazamlardan başka, Kaptan-ı Derya görevi üstlenen Topal İzzet Paşa, Hüsrev Paşa’nın seraskerlik görevinden alınmasının ardından yerine atanan “kölesi Tophane Müşiri Damad Halil Rıfat Paşa”, Hüsrev Paşa’nın yetiştirdiği ve düğünlerini yaptırdığı ve Saraya damat olarak olarak yerleştirdiği Halil ve Said Paşaları saymak mümkündür. Hüsrev Paşa’nın yetiştirmelerinden olup, 1834 yılında II. Mahmud’un kızlarından Saliha Sultanla evlenen, seraskerlik, kaptanı deryalık gibi çok önemli görevlere getirilen Halil Mehmed Rıfat Paşa ile 1836 yılında II. Mahmud’un diğer bir kızı olan Mihrümah Sultanla evlendirilen Said Mehmed Paşa “Damad-ı Hazret-i Şehriyari” unvanını almışlardır.[26] (Sakaoğlu, 2008: 402-405).

Osmanlıda Batıya açılmanın ve sanayileşmeyi yakalamanın en önemli isimlerinden olan II. Mahmut, bu amacına ulaşmak için en önemli unsurlardan birinin yetişmiş personel olduğunu düşünerek özellikle Fransa’ya eğitim görmek amacıyla gençler göndermiştir. II. Mahmut bu amaçlarla, Batı’ya gönderilmek üzere 150 öğrenci tespit ettirmiş, fakat bunları gönderirken ciddi bir dirençle karşılaşmıştır. Bu direnç, zaten mali olarak zor durumda olan devlete, ekstra masrafa sebep olmasıyla ilgili kamuoyunda çıkan tartışmadır. Muhtemelen bu muhalefet sebebiyle Avrupa’ya, 1827 yılında ancak 4 öğrenci gönderilebilmesine muvaffak olunabildi.[27]

Böylesine bir ortamda, Hüsrev Paşa serasker görevinde iken çok yetenekli gördüğü dört kölesini yanına alarak 1830’da II. Mahmut’un Haliç, Hasköy’de bulunan Aynalıkavak köşkünde karşısına çıkıyor ve çocukları Avrupa’da kendi parası ile okutmak için iznini istiyor.[28] Tarihçi Mahmut Kemal İnal anlatımı ile “Bu çocuklar Parise göndermeyi kararlaştırdı. O esnada kendi kapudanı derya bulunduğundan Ayineli Kavak Köşkünde Sultan Mahmuda takdim etti. 1830 (1246 H.) de Fransız müsteşriklerinden Amedee Jaubert ile birlikte bir yelkenli gemiye bindirdi. Kırk günde Marsilyaya vardılar.” ifadeleri yer almaktadır. Yurtdışına eğitime gönderilen bu dört genç için Sultan II. Mahmut’un devlet hazinesinden 10.000 frank harcırah verdiği de kayıtlarda yer almaktadır.  

Daha önce de belirttiğim gibi, Hüsrev Paşa’nın emanet ettiği Pierre Amedee Jaubert’in İbrahim Edhem’in yetişmesinde ve özellikle maden mühendisi olmak gibi tercihlerinde oldukça önemli rol oynadığını düşünmekteyim. Pierre Amedee Jaubert 1779-1847 yılları arasında yaşamış Fransız seyyah ve şarkiyatcıdır. Paris’teki Ecole Spéciale des Langues Orientales Vivantes’ta Türkçe, Arapça ve Farsça öğrendi. 1798’de Napolyon’un ordusunda Mısır’a gitti ve resmî müzakerelerde tercümanlık yaptı; bu arada Napolyon’un güvenini kazandığından onun emriyle Akkâ’da Cezzâr Ahmed Paşa ile görüşmek gibi önemli bir görevi yerine getirdi. 1801’den itibaren mezun olduğu okulda Türkçe okutmaya başladı. Jaubert, 1805 yılında tüccar görünümü altında ajan olarak İran’a gitmekle görevlendirildi.[29] Genellikle doğudaki siyasi görevleriyle bilinir. İran, Osmanlı, Mısır’da Fransız memuriyetinde bulunmuştur. Napolyon’un Mısır seferinde danışmanlık yapmıştır. Napolyon’un çöküş dönemi öncesi İstanbul elçiliğinde görevlendirilmiştir. Tibet keşifleri ve Fransız emperyalizminin Asya’daki mümessili olmuştur.

Cezzar Ahmet Paşa’nın daveti ile 1805 yılında Anadolu’yu da gezmiş, Orta ve Doğu Anadolu’daki hristiyan azınlıklar ve yaşantıları hakkında bilgiler toplamıştır. Carl Ritter’in “Vergleichen de Erbkunde des Halbinsellan des Klein-Asien” adlı kitabında Pierre Amedee Jaubert’in Anadolu’daki gezintileri ile ilgili; “XIX. yüzyılın hemen başında bölgeden geçen Jaubert, Gümüşhane’nin her tarafının maden yatakları bakımından zengin olmasına rağmen, mevcut maden ocaklarının çok ham bir şekilde işlendiğini söylemektedir. Bu maden ocaklarının aylık kârının ise 30.000 piaster (kuruş) olduğunu, ancak bu rakamın dörtte bir oranında düştüğünü belirtmektedir.”[30] ifadeleri yer almaktadır.

Yine aynı kitapta Jaubert’in gezi notlarından derlenerek; “Bazı seyyahlar bölgedeki maden işletmecilerinin kimler olduğu noktasında bazı bilgiler vermişlerdir. Jaubert, Ermenilerin şehre çok az bir mesafede yer alan madenleri oldukça uzun bir zamandan beri işlettiklerini söylemektedir. Ancak Hell’in verdiği bilgiler Jaubert’in verdiği bilgilerle çelişmektedir. Hell, bölgedeki madenleri Rum ailelerin işlettiğini, işçilerin ücretlerini ve gerekli malzeme paralarını kendilerinin ödediğini, bunun için de Babıâli’den senelik 8.000 kuruş para aldıklarını ifade etmektedir.


[1]Avşaroğlu, Nadir, Anadolu Seyahatnamelerinde Madencilik, Basılmamış Rapor, 2018

[2]Ahmet Refik, Osmanlı Devrinde Türkiye Madenleri, s. 1-55. Anabritanica, c. XV, s. 125.

[3]Özdingiş, Yrd. Doç. Vicdan, Osmanlı Devrinde Madenler ve Madenlerin İşletilmesi, Madencilik Bülteni, TMMOB Maden Mühendisleri Odası Yayını, say. 42, Ocak 2004

[4]Özdingiş, age, say.2

[5]Tebaa-i ecnebiyyenin emlak-i istimlakine dair nizamname (1867), H C.Evvel, 1284R 19 Ağustos 283, Düstur, 1. Tertip, C. I Matbaa-i Amire, İstanbul 1289 (1872), s. 230-237.

[6]Maden Nizamnamesi (1868), Düstur, 1. Tertip, cilt II, Matbaa-i Amire, İstanbul 1289 (1872),s. 318-338.

[7]Kartalkanat, Ahmet, “Osmanlılarda Madencilikle İlgili Yasal Düzenlemeler ve Madencilik Politikası” Jeoloji Mühendisliği Dergisi, sayı 36, 1990, s 67.

[8]Faroqhi,Suraiya, “Long-TermChangeandtheOttoman Construction Site: A Study of Builders WagesandIron Prices”,  Journal of TurkishStudies, X, 1986, s. 125.

[9]Keskin Özkan, Osmanlı Devletimde Yabancı Maden Mühendislerinin İstihdamı ve Osmanlı Madenciliğine Hizmetleri, https://dergipark.org.tr/download/article-file/9820, 12.06.2019

[10]Keskin Özkan, age say.5

[11]Bayartan Mehmet, Y. Doç. Dr., XIX. Yüzyılda Osmanlı Madenlerinin Coğrafi Dağılışı, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Coğrafya Bölümü Yayını

[12] Yaşar, Dr. Filiz Mersin Üniv. Fen-Ed. Fak. Tarih Böl., Sakız’daki Yunan Ayaklanmasının Tanığı Olan Bir Eser: Zuhûr-I Fîtne-İ Rum, 2011

[13] Yaşar, Dr. Filiz Mersin Üniv. Fen-Ed. Fak. Tarih Böl., Sakız’daki Yunan Ayaklanmasının Tanığı Olan Bir Eser: Zuhûr-I Fîtne-İ Rum, 2011

[14] Çalışmada adı geçen Hüsrev Paşa’nın tam adı “Koca Hüsrev Mehmet Paşa” olarak anılmaktadır.

[15]Eldem Edhem, Bir Biyografi Üzerine Düşünceler; İbrahim Edhem Paşa Rum Muydu? Toplumsal Tarih Dergisi, Sayı 202, Ekim 2010 sayfa 2-11

[16] GÖVSA, İbrahim Alâettin, Meşhur Adamlar. Hayatları, Eserleri, İstanbul, 1933-1936, c. II, s. 437

[17] PAKALIN, Mehmed Zeki, Son Sadrâzamlar ve Başvekiller, İstanbul, 1942, c. II, s. 403.

[18] 22 BOA, DH.SAİDd. 2/218, 25 rebiyülahir 1299 (16 Mart 1882).

[19] Osman Nuri, Abdülhamid-i Sani ve Devr-i Saltanatı. Hayat-ı Hususiye ve Siyasiyesi, İst., 1327/1911, s. 162.

[20] Pakalın, Mehmed Zeki, Son Sadrâzamlar ve Başvekiller, İstanbul, 1942, c. II, s. 403.

[21]Gulam: erkek çocuk, delikanlı; âzat edilmiş köle, genç hizmetkâr; efendisine bağlı muhafız

[22] Memduh, M. P., (1328), Evsât-ı Südûr, İzmir Vilayet Matbaası, İzmir.

[23] Taşar M. Murat, Şeyhü’l-Vüzera Koca Hüsrev Paşa – II. Mahmud Devrinin Perde Arkası Yüksel Çelik Ankara, Türk Tarih Kurumu, 2013, 502 sayfa, ISBN: 9751626332.

[24] Eser, doçent olarak Marmara Ünivesitesi’nde çalışmalarına devam eden Yüksel Çelik’in ”Hüsrev Mehmet Paşa siyasi hayatı ve askeri faaliyetleri (1756-1855)” adıyla İstanbul Üniversitesi’nde Mahir Aydın danışmanlığında sunduğu Doktora Tezi’nin kitaplaştırılmış halidir.

[25]Süreyya, M., (1996), Sicil-i Osmani, 6 cilt, Haz. Nuri Akbayar, İstanbul.

[26]Sakaoğlu, N., (2008), Bu Mülkün Kadın Sultanları, 4.bs., Oğlak Yayınları, İstanbul.

[27](BOA, Cevdet, Maarif, no.5892 (21N 1254).

[28]Tunaşar Seyhun, Osmanlı İmparatorluğu’nun 247. Sadrazamı Maden Mühendisi İbrahim Edhem Paşa (1818-1893) Kardeşimiz, Basılmamış rapor say.3

[29]Eyice Semavi, TDV İslam Ansiklopedisi, Pierre AmedeeJaubert, https://islamansiklopedisi.org.tr/jaubert-pierre-amedee 14.06.2019

[30] Carl Ritter, VergleichendeErbkundedesHalbinsellandesKlein-Asien, Berlin 1858, s. 825,837-839 

Blog yazıma tepki göster
Harika
0
Harika
Beğendim
0
Beğendim
Haha
0
Haha
Beğenmedim
0
Beğenmedim
Güzel
0
Güzel
Anlamadım
0
Anlamadım

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir