İlk iş yerimde başmühendisliğimi yapan Hayrettin abi söylemişti “iyi bir mühendis şantiyede çalışmalı, vardiya tutmalı” derdi. Doğruydu. “Vardiya” tutulurdu. Vardiyaya gidilmez, vardiya yapılmaz, vardiya çalışılmaz. Vardiya tutulur. Nöbet gibi, dilek gibi, nefes gibi, vardiya da tutulur. Vardiya bir yaşam biçimidir, vardiya yaşanır.
Bir yerde okumuştum, vardiya için “endüstri devriminin emekçiye karşı çıkardığı en acımasız işkence biçimi” ifadesi yer alıyor – du. Tabiatta da öyle, karanlığın çökmesi, tüm canlılar için yatma ve dinlenme vaktidir. Binlerce yıldır, börtü böcek, kurt ile kuş akşam olup karanlık çökünce yuvasına gider ve ailesi ile birlikte sıcacık bir gece geçirmeye çalışır. Oysa işveren açısından atıl duran makineler yararsız bir sermaye yatırımından başka bir şey değildir. Onun açısından makinelerin maksimum çalıştırılması ve en fazla ürünün elde edilmesi gerekir. İşte bunun için tüm tabiat uyurken vardiyalı çalışan emekçi üretmektedir.
Zordur vardiya. İnsan, kendisini yarasa gibi hisseder. İzin günlerinde bile gece uyuyamamak, yemek düzeninin bozulması, kendini hayattan soyutlanmış hissetmek, “gece çalışıyorum kafam rahat, hayatımda fazla insan yok” derken aslında kendini kandırdığını fark etmek, işten gelince bütün gün uyumak ve tekrar işe gitmek, uyku miktarını abartınca günün kaçmasından dolayı kendi kendine sövmek, yaptığın tek aktivitenin bilgisayar başında oturmak olduğunu fark etmek, herkes yatmaya hazırlanırken işe gitmenin verdiği lanet his, normal hayatı özlemek, psikolojik hasarlar, asosyallik ve depresyon…
Zordur vardiya. İnsanlara iki hafta sonrası için randevu veremezsin, program yapamazsın. Bir yerden randevu aldığında en hayati işlerini bile ertelemek zorunda kalırsın. Sevdiklerini görmek, onlarla vakit geçirmek için kendine özel takvimler yapar, cep telefonuna kodlamalar yaparsın. Ancak iki ayda bir hafta sonu tatili yapabilirsin. Zamanla eski arkadaşlarınla doğru düzgün görüşemediğin için aranızdaki bağlar kopar, iş arkadaşlarınla izin günlerin çakışmadığı için onlarla da iş dışı arkadaşlıklarını pek ilerletemezsin Evliysen, ailen bir türlü senin ne zaman çalıştığına akıl erdiremez, bazen telefondaki ses “akşam yemeğe gelmeyecek misin” der, sen “vardiyadayım ya” cevabını verirsin. Adama koyar, hem de çok koyar. Aklında kalır, acaba yemekte ne vardı. Senin yokluğunda oğlan yine ders çalışmazsa dersin, kızının akşam dershaneden eve kaçta geleceğini hesap edersin.
Zordur, vardiya. Bayramda evde olamazsın, tam yılbaşının yaşandığı saatlerde evde kalamazsın. Sevdalısı olduğun takımın maçlarına gidemezsin. Arkadaşların çağırır, gidemezsin. Bir süre sonra “uyuyordur, uyandırmayalım” diyerek çağırmamaya başlarlar. Cumartesi akşamı dostlar hep aynı saatte, aynı mekanda buluşurken sen onlarla olamazsın. Sohbete telefonla bağlanır, şerefine kaldırılan kadehe “yarasın beyler” diyerek ortak olursun. Düzenli izlediğin bir dizin olmaz, akrabalar misafirliğe geldiğinde sen evde olamazsın. Daha depresif, daha sinirli bir insan olmaya başlarsın. İstemsiz olarak sürekli bir şeylerden şikâyet eder hale gelirsin. Olmadık geç saatlerde yemek yediğin için kilo alırsın. Yalnız yemek yer, yalnız içersin. Yalnız uyur, yalnız uyanırsın. Sinirlerin çamaşır suyuna basılmış don lastiği gibi laçkalaşır. En büyük alışkanlığın saati kollamak olur. Artık yaşamıyor, sadece hayatta kalıyor olduğunu hissedersin. Velhasılı, zordur vardiya.
İlk iş yerimde başmühendisliğimi Hayrettin abi yapmıştı. Belli bir süre işe alıştıktan sonra beni önce akşam vardiyasına sonra da gece vardiyasına soktu. Koskoca fabrikada, gündüz 6 mühendisin olduğu bir ortamda tek başıma kaldım. Vardiya mühendisleri için tahsis edilen ve üzerinde sadece bir kalemlik ve vardiya defteri bulunan masanın alt çekmecesinde kendime küçük bir dünya yarattım. Çekmecede, kâğıt havlu, yedek sigaram, karnım acıkırsa diye iki paket bisküvi. Hasbelkader diğer mühendisler çekmeceyi bir biçimde açar da, okuduğum kitabı siyasi bulurlar korkusu ile gazete ile kapladığım kitabım. Babacan tavrıyla Cemal Süreya ve prangalar eskiten Ahmet Arif.
Fakat bu küçük dünyanın en önemli kısmı vardiya masasının yanındaki küçük pencereydi. O pencere bana aitti. İlk olarak bu pencereden fabrika boydan boya görülebiliyordu. Döner fırın operatörünün çalışıp çalışmadığı, tambur operatörünün disk hızını nasıl ayarladığı, düz işçilerin konveyör bandın altını temizlediği buradan görülebiliyordu. Kendi çapında küçük bir kumanda odası gibi.
Zordur, vardiya mühendisi olmak. Fabrikada yüzlerce işçinin arasında patronu ya da işvereni bir tek sen temsil edersin. Aslında sen de onlar gibi sabit maaşa talim eden bir emekçi olmana rağmen işçi seni bu gözle görür. Vardiya mühendisi; 24 saat nonstop üretim esasına dayalı çalışan fabrikalarda, normal mesai saatlerinin dışında görev yaparak, vardiyadaki üretimin sorunsuz olarak devamından sorumludur. Teknik bir personel olmaktan daha çok idari bir personel gibi görev alıp çalışan, patron kadrosu tarafından işçi, işçiler tarafından patron sınıfına dahil edildikleri için bir Alamancı durumunda kalan vardiya mühendisinin işi çok zordur.
Vardiya mühendisi, beyaz bareti ile gece vardiyasında bir cengâver modunda takılan, kaytarmaya eğilimli işçilerin korkulu rüyası konumundadır. Vardiyanın efendisi, kadirşinas vardiya mühendislerinin en büyük hobisi; uyuyan işçilerin belirlenip yakalanması ve önemli futbol müsabakalarının oynandığı akşamlarda, maç seyretmek için gözden uzak mekânlara çökmüş olan işçi tayfasının sotelerinde birden bire var olmasıdır. Vardiya mühendisinin en büyük özelliği bu iken, uyurken ya da kaytarırken yakaladığı işçilerle uyum içindedir. Sadece uyarır, dürterek uyandırır. Ne işçinin yevmiyesini keser, ne vardiya defterine not eder ne de kin tutar. O da bilir, vardiya bir takım işidir, vardiya mühendisi de bu takımın kaptanı.
Vardiya plânlaması; tüm bu faktörleri dengeli bir şekilde dikkate alarak, görev ihtiyaçlarıyla, personel özelliklerini en uygun şekilde birleştirmeli, aynı zamanda personelin vardiyasına başladığında azami derecede verimle çalışacak şekilde dinlenmesine imkân sağlaması olarak tarif edilir. Ancak vardiya mühendisi için bu durum çok zordur, çoğu işçi vardiya zammından yararlanmak için gece çalışmak ister. Kimisi gündüz tarlasında, bahçesinde çalıştığından akşam vardiyasını, kimisi ek iş yaptığından diğer vardiyaları, kimisinin gündüz işi vardır, kimisinin çocuğu hastadır, kimi memleketine gitmek ister, kimi gündüz çalışmak ister, herkesin bir nedeni olur. Vardiya mühendisi dert sahibi olur.
İlk olarak vardiya defterini okur, bir gün içinde neler yapılmış, hangi arızalar yaşanmış ona bakardım. İşçilerin makinelerin başına geçtiğini düşündüğüm anda, beyaz önlük ve baretimi giyer, önlüğün cebindeki toz maskesini çırpardım. Sonra sırası ile tüm makineleri dolaşır, tüm işçiye hal-hatır sorar, gündüz vardiyasında arıza yapan makinenin başında bilgi alır, sesi dinler ve mutlaka makinenin üzerine elimi koyarak anlıyormuş gibi yapardım. Hastası olan işçiye mutlaka hastanın durumu sorar, “senin oğlan bu yıl kaçta okuyor” denilerek ilgi gösterir, kompresör odasında işçi ile birlikte çay içer ve ambarcı Rıfat Usta’ya mutlaka takılırdım.
Ancak tüm bu insani ilişkiler, senin vardiyadaki yalnızlığını gideremez. Mutlaka o pencerenin önüne geçmen, ince belli bardaktan çay içmen, fabrikayı ve çalışanları pencereden bakarak seyretmen ve o tozlu paketten çıkardığın kısa Camel’i içmen lazım. Hele soğuk kış günlerinde bunların hepsi bir bütündür. Sanki ilahi bir güç bardaktaki çay ile içine çektiğin sigaranın bitişini senkronize olarak ayarlamaktadır.
O pencerenin önünde, önce görebildiğin işçilerin neler yaptıklarını/yapmadıklarını gözlersin. Sonra pencerenin karşısındaki karlı tepeleri görürsün, gözün dalar. Herkesin derin bir uykuda olduğunu düşünürsün, birden aklına gelir. Kim bilir, o şimdi ne yapıyordur… Gözlerini düşünürsün, buğulu bir çift siyah göz. Gülen yüzü, omzuna düşen saçları. İşte o anda sigaranın en derin nefesini çekersin. Ciğerini yakar. Uzakta fabrika nizamiyesinin önünden sokak lambalarının altından bir iş makinesi geçer, operatör bekçiye çıkış kâğıdını uzatır. Döner fırının sesi sana her zamankinden farklıymış gibi gelir. Gerçek hayata dönersin, sigara biter.
Zordur, gece vardiya. Fabrikada işçiler 24-08 vardiyasına “serseri vardiyası” derlerdi. 16-24 vardiyasına da “paşa vardiyası”. Bana göre, en zoru serseri vardiyasıydı. Bu vardiyada her şey yarıda kalır, insan neden yaratıldığını düşündürür. Gece vardiyasına geçtiğin ilk gün zaten kendinde değilsindir. Gece uykusunun ne demek olduğunu çok iyi öğretir. Keşke 10 saat çalışaydım da gece uykusunu uyusaydım dedirtir. Misafirliğe, gezmeye gidersin, yarıda bırakır geri dönersin. Bir de tuhaf dışlanmışlık hissi verir ki onu atlatmak daha zordur. Sabaha karşı daha da çöker uyku, yorgunlukla birlikte. Vardiya bitiş saati gelmez, şafak saydırır. Gözler kısılır, minicik kalır ama sen vardiya mühendisin, balık baştan kokar, uyuyamazsın.
Serseri vardiyası, yavaş yavaş bitirir insanı. Önceleri hafta içi yapman gereken devlet dairesi gibi işlerini iş yeri amirine ağız eğmeden halledebilmek, bazı sabahlar saat kurmadan kalkabiliyor olmak, hava güzelse işe gitmeden önce bir yere oturup çay içip etrafı seyretmek, geceleri iş yerinin gündüz olduğundan daha sakin olması cazip gibi gelir. Sonra birden hem işte hem iş dışında geçirdiğin tüm bu zamanlarda hep yalnız olduğunu farkedersin. Çünkü çalışmaya, uyumaya ve sosyalliğe ayırdığın zamanlar herkesten farklıdır. Sinemaya yalnız gidersin, yalnız yemek yer, yalnız içersin.
Zordur, kış aylarında vardiyalı çalışmak. Her zaman kar yağışı sabaha karşı başlar. Yılın ilk karını sen vardiyada pencerenin kenarında görürsün. Kar taneleri önce çamların üstüne düşer. Fabrikanın önündeki iğdeler ve atkestaneleri, sonra çalılar ve istinat duvarındaki sarmaşık karla kaplanır. Aslında bulunduğun ortam sıcaktır, fakat kendini üşüyormuş gibi hissedersin. Birden sarılmak hissi gelir, onun sıcaklığını hissetmek istediğinden çay bardağını iki elinle kavrarsın. Gözün askılıktaki onun ördüğü atkıya takılır. Atkının var olması bile içini ısıtır. Kendine bir çay daha doldurursun, vardiya odasında demlenen çayın buharından pencerenin camları buğulanır. Gayri ihtiyari onun adını camın buğusuna yazarsın. Yüzüne bir gülümseme gelir. Sonra ani bir kararla, kimse görmesin diye panik halinde silersin. İçin ısınır. Uzun sürer, kış günlerinde vardiyalar, bir türlü geçmek bilmez. O pencerenin önünde yalnızca iki şeye hasret duyarsın; bir ona, bir de gelmeyen bahara.
Zordur, serseri vardiyasında çalışmak. Öğleden sonra oldukça yorgun bir vaziyette uyanırsın. Uykudan değil de, ringden kalkıyor gibi bir his vardır. En ufak bir gürültü, size seslenilmesi, çatalın tabağın içine düşüşü bile sinirlerini zıplatmaya yeter. O anda tek çare koyu bir kahve gibi gözükür. Her çıktığında odanın (yanmayan) lambasını söndürmek için kapatma tuşuna basarsın. Lambanın yandığını görür, kendine kızarsın, vardiya denilen illete lanet okursun. İkindi vakti geldiğinde sosyalleşmek adına biraz internete girersin, biraz haber okur, sosyal medyadan olup bitenleri takip edersin. Ancak içinde zerre kadar arzu yoktur.
Gündüz personele çıkan yemek, gece vardiyasında sana da verilince, yemek sonrası iyice bir ağırlık çöker. Yemek sonrası içilen çay ve sigara gibisi yoktur. Vardiyalı çalışanların kendisi ile baş başa kalmak istediklerinde sığınacakları bir yerleri olur. Benimkisi o pencere kenarıydı. Yemek sonrası kompresör odasında işçiyle beraber çayımı içer, fabrikada bir tur daha atar ve yemeğin ağırlığı iyice çökünce, vardiya mühendisi odasının en uç köşesindeki pencerenin yanına çökerdim.
Pencerenin içinde öğrenciliğimden bu yana benimle olan ve “Haydar” adını verdiğim kaktüsüm durur. Benim için dert ortağı gibidir. Hiç yanımdan ayırmadığımdan, bütün sırlarımı bilir, beni anlar. Pencerenin dışında ise daha önce çiçek dikilmiş, ancak kuruduğundan toprağıyla beraber terk edilmiş, iki saksı daha. Geçtiğimiz yaz bir kumru bir sürü dal getirerek yumurtlamıştı. Yavruları uçana kadar, biz baktık, yemekhaneden ekmek aldık, tabağın dibinde kalan pirinçleri peçeteye sararak getirdik. Yaz aylarının gelmesi ile uçtular, bizi terk ettiler
Ama sen kalırsın. Her vardiya, yemekten sonra bir ağırlık çökünce o pencerenin kenarında kala kalırsın. İçtiğin çayın dibini, Haydar’ın saksısına dökerken, bakıp ellerinle büyüttüğün kumruların vefasızlığını düşünürsün. O sırada insanın aklına bir sürü şey gelir. Önce annenin hastalığını düşünürsün. Böbrek yetmezliği ve bir türlü geçmeyen romatizması. Sonra kooperatifin senetleri gelir aklına, iki ay sonra ara senet gelecek, Allahtan iki büyük Reşat altını biriktirmiştim, maaş gecikirse … Sonra döner fırının sesini tekrar duyarsın, bir gariplik var fırında eskiden sesi böyle değildi.
Sonra o gelir aklına. O buğulu gözler. O pencerenin kenarındaki silüet gibisi yoktur, hiçbir şey vardiyada, çayla sigaran varken, pencerenin kenarında oluşan silüetin yerini tutamaz. Ne 5-10 jeton atarak yaptığın telefon konuşmaları, ne “Fikrimin ince gülü” diye başlayan pul yapıştırılmış mektuplar, ne upuzun yollar ne de bitmek bilmeyen geceler.
Pencerenin kenarında işçi seni o dalgın halinle görmesin istersin. Biraz sandalyeni geriye alırsın. Bir bardak çay, bir sigara daha. Herkesten uzak kaldığın bir an, çevrende kimse yokken, cüzdandan o fotoğrafı çıkarır, o gözleri hatırlamak, beynine kazımak için bir kez daha bakarsın. İşte o anda cigaranın en uzun ve en derin nefesi gelir. İçine çektiğin sigara dumanı değil de, o buğulu gözlermişçesine o dumanı salıvermek istemezsin. Fabrikanın ardında karlı tepeler ciğerin taa derinliklerine kadar çekilen kısa Camel. Sonra aklına bir Sıvas türküsü gelir.
Akşam olur karanlığa kalırsın
Derin, derin sevdalara dalarsın
Oy gelin, sevdalı gelin
Öldürdün beni
Serseri vardiyasının en güzel saatleri, gündüz vardiya otobüslerinin gelişi ile başlar. Dışarıda soğuk, alacakaranlık olmasına rağmen, penceremin önüne çekersin, biraz sonra vardiya bitip yatacağını düşündüğünden uykun kaçmasın diye son bir çay içmezsin. Ancak paketinden özenle son sigaranı çıkartırsın. Sigaranın filtresindeki toz gözüne çarpar, elinle siler, pencerenin önüne konumlanırsın.
Önce memurların servisleri gelir. Hepsi kalın paltoları ve evrak çantaları ile idari binaya yönelirler. Sonra işçi otobüsleri. Her sabah vardiya çıkışında pencerenin önünde sigara içerek büyük gri otobüsün gelmesini beklersin. Otobüs, durağa yanaştığında, herkes iner, sonlara doğru kırmızı paltosu ile o görünür. Otobüsten iner, zarif, alımlı bir yürüyüşle çalışma yerine gider. Uzun boyu, zayıf hali, zarif yürüyüşü ile bana Audrey Hepburn’ü hatırlatırdı. Otobüsten inip karşı taraftaki çinko tavanlı merkez ambara gidene kadar seyrederdim. Gün doğarken her sabah penceremin önünden geçer, köşeyi dönüp kaybolur, başı önde yorgunca. Merkez ambarında kayıt tutar, tutarken de hayal kurar, bütün insanlar gibi. Her fabrika kızı bunu mu yaşar bilmiyorum ama o çalıştığı mekâna girince sigara biter. Döner fırının sesi giderek artar. Ya fırının yatağında ya da rulmanlarda bir gariplik olduğunu düşünürsün. Sonra eve gitmek için hazırlanırsın.
Vardiya defterine gündüz bakım-onarım ekibinin döner fırın – dan gelen sese bakması için not düşersin. Sabah gelen gündüzcü mühendislerle selamlaşır, arabana atlar eve dönersin. İşten eve gelince hemen uyuyamazsın. Mutlaka biraz televizyon seyreder, bir şeyler atıştırır, bir şeyler okursun. İstemsiz olarak göz kapak – ların kapanır, uykuya dalarsın. Ancak, ne mümkün. İlla ki bir kapı, bir telefon çalacak. Ya postacı, ya kapıcı ya yanlış numara uykunuzu piç edecektir. Bunların hiç biri olmazsa mahallenin veletleri kapının önünde top oynar ya da yan tarafta inşaattan gelen gürültü sesleri sinir katsayını zirve yaptırır.
Sonra uyku birden çöker, göz kapakların yavaş yavaş kapanmaya başlar. Şairin dizeleri aklına gelir; “yastığımda, düşümde, içim – desin”. Gecenin ve vardiyanın ağırlığı, yorgunluk. Göz kapak – ların kapanır, o, artık içindedir. Uyursun, düşündedir. Bir hain bıçak gibi kalbindedir. O vardiya denilen laneti kim icat etmişse ağız dolusu küfredersin.
Dermanı yoktur, bilirsin.
Nadir AVŞAROĞLU
Maden Mühendisi
2019